1 Aralık 2014 Pazartesi

gözüme yaş kaçtı



Saçındaki ilk beyazı gördüğü an, bana bile zor söylediği, tutunamayacak bir sözünü tutacaktı.
Çünkü galiba O'na göre ilk beyaz, yaşlılığın ilk belirtisiydi.
Çünkü galiba O'na göre bu belirtinin O'nda hiçbir zaman belirmeyeceğine inanıyordu.
Tam da bunları düşünürken, aynada, milyonlarca telin arasından ayna gibi parlayan gümüşi bir tel görmüş bulundu.
Yüzünde bir damla, tuz oranını anlayabileceği kadar yol ilerlemişti.
Çünkü galiba yaşlanmakla ıslanmak aynı şey olmasa da aynı anda gerçekleşiyordu.
Kendine, artık kendine bir söz vermeyeceğinin sözünü vermişti.
Çünkü galiba her geçişinde sükut-u hayale uğramadan edemiyordu.
Bu hayattan bir beklentisinin artık kalmadığını söylerken bile aklından geçenleri bir telaşla kağıda aktarıyordu.
Çünkü galiba insanoğlunun her nefesi bile bir sonrakinden bir şeyler bekliyordu.

27 Kasım 2014 Perşembe

aşıkların kanı temizdir


Bina yaşının 31 ve üzeri kategorisinde olduğu Mavi Palas apartmanının giriş katında oturuyorduk. Apartmanımız her daim rutubet kokardı ve havalar ısınınca da hamamböcekleri basardı.
Mayıs ayının sonuydu, hava sıcaklığı  mevsim normallerinin üstünde seyrediyordu. Geceydi, susamıştım,mutfağa gidip su içmek için kalktım. Koridorda apartman boşluğuna bakan penceremizin perdesi üzerinde siyah bir şey gördüm. Gözlerimi ovuşturup tekrar baktığımda ciğerleri olsa soluklarını duyabileceğim, antenlerinin yanağıma değebileceği yakınlıkta bir hamamböceği gördüm. Ayağımdaki terlikleri çıkardım. Bu böceği perde pilesinde iki terliğin arasına sıkıştırıp o içindeki sümüğümsü pis sıvıyı çıkartmalıydım. Eğilip terliklerimi aldım ve kalkarken göz göze geldik. Evet, gözleri vardı ve benim refleksif olarak büyüyen merceklerimle doğrudan kontakt halindeydi.
"Süm" dedi, tabi ben şok. Adımla seslendi, nasıl acayibime gitti, nasıl şaşırdım başta ama çabuk adapte oldum, fantastik olayları reel olanlarına tercih ederdim çünkü hep.
"Sen kimsin?" 
 "Gregor"
"Ama ben o kitabı okumadım, neden bana geldin?" diye sordum,
"Okuyanlar o sümüğümsü sıvımı çıkardılar artık, onlara gitmek istemiyorum" dedi.
Koridorda, herkesin uyuduğu vakit daha fazla konuşamayacağımızdan Greg'le odaya geçtik.
"Dilsizler bana danışır, kelebeklerin aklı benim, bir hamamböceğiyle ilk kez iletişime geçiyorum fakat" dedim.
"Ben de severim Ezginin Günlüğü'nü fakat şimdi bir mevzu var hacı."
"Buyur o vakit hafız."
Önce bir iç çekti, yani ciğerleri olsa kesin öyle yapacaktı. Biraz durdu ve "Gönlümü verdiğim bir kız var, O'nu arıyorum" dedi. Böceklerde kalp yoktu, yani dolaşım sistemleri öyle işlemiyordu ama sesimi çıkarmadım yine de.
"Apartman boşluğunda yankılanan müziklerin eşliğinde hep O'nu düşünüyorum. Adı Gigi, nerede yaşıyor bilmiyorum ama her yaz kolonisiyle buraya geliyor, geçen yaz ilaçlama yaptığınızda buradan kaçarken karşılaştık, ikimiz de annenin yaptığı üzümlü kek kokusuna gelmişiz meğer."
Biraz daha durakladı ve "öyle güzeldi ki" dedi "o an ilacın tamamını üstüme sıkıp beni cennete gönderdiler diye düşündüm. Ama O sonra kolonisiyle bilmediğim bir yere gitti. Antenlerim o günden beri sadece O'nu gösteren bir TV, sadece O'nun ses dalgasına ayarlı bir radyo için çalışıyor sanki."
Böcekcağıza üzüldüm, ne yapabileceğimi sordum.
"Bugün yarın gelecekler, gördüğün hamamböceklerine sorsan, Gigi'yi bulduğunda sana anlattıklarımı anlatsan, bir kutuda saklasan. Bu sezon onunla beraber kaçmayı planlıyorum."
"Sormasına sorayım da diğerleri de senin gibi insanlarla konuşabiliyor mu?" diye sordum.
"Siz insanlar" dedi "bir böceğin gözüne bir kez olsun şefkatle bakabilseydiniz o zaman saf duygulara sahip varlıklar olabilirdiniz."
Bir böcekti, Gregor olmasına rağmen Türkçe konuşuyordu, üstelik daha bir saatlik bir sohbetimiz bile olmamıştı ama lafı da yedirmişti yani, haklıydı. Artık onlar benim için özel varlıklardı ne de olsa, isimlerini yazarken bile büyük harflerle başlıyordum.

Gün aydı, Gregor gitti. Hiç uyumamıştım ve dahası yoğun bir gün beni bekliyordu.
Dışarı çıkmadım, evin her köşesine altın küpemin teki kaybolmuş titizliğiyle bakıyordum ama bir türlü göremedim. Birkaç gün geçti, anneme ne kadar uzun zamandır o güzel üzümlü kekini yapmadığını söyleyip keki hazırda bulundurdum ve geceyi bekledim. Ahali odalarına çekilince mutfağa girip bir dilim kekle bir bardak sütü hüplettim. İkinci dilimin de bir kısmını kopardım geri kalanını yere ufaladım. Bu plan mutlaka işlemeliydi. Beklemeye koyuldum, bugün olmasa da yarın yine aynı şeyi yapacaktım.
Fikrimin tuttuğunu "şak!, şak!" diye ardarda gelen iki terlik sesiyle irkildikten sonra farkettim. Beklerken uyuyakalmıştım ve annem su içmek için mutfağa gelmişti.
Çok geç kalmıştım.Bitmiştim.
Dikkatli yemeyip kırıkları döktüğüme kızsaydı o an hüngür hüngür ağlayacaktım ama olmadı.
 Artık yerde tertemiz kanları boş yere dökülmüş iki aşık yatıyordu. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu.Onları aldım ve odamdaki açelya saksısına gömdüm. Derdim, pişmanlığım içimde patladı. Günlerce ne ağladım, ne güldüm.
Sonra zaman geçti, evimizi de, böcekleri de, açelyamı da, Gregor ve Gigi'yi de kentsel dönüşümle bitirdiler. O günden sonra gördüğüm hangi böceğin yüzüne şefkatle baktıysam da hiçbiri benimle konuşmadı. Hoş gelmiştik, sefa bulamadık fakat.

21 Ekim 2014 Salı

Meryenala'ya ithafen..



 Okuma yazma sürecine henüz girmediğim fakat olup bitenin farkında olduğum yaştaydım. O zaman tek kardeşim vardı Merve -ki kendisi Almandır-, beraber şuursuzca vakit geçirirdik.
Duble garip bir pazar günü ki ilk garabet o günün nüfus sayım günü olması, ikinci garabet de sokağa çıkma yasağıydı. O gün annemle babam benle Merve'yi babaannemlere bıraktılar ve gittiler. Pazar tüm garabetine rağmen bir ruh kanserine yakalanma günü olarak normalliğini koruyordu. Televizyonda araba yarışı vardı -ki o zaman Schumacher filan bilmezdik-, keşke at yarışı olsaydı. Dedem atları sever, oynamaz ama iyi anlardı. "Bak şu at yarışı alacak" derdi, biz de o at galip gelecek mi diye yarışın sonuna kadar heyecanla izlerdik de vakit geçerdi belki. Okumam yazmam yoktu ama takvim yaprakları 21 Ekim'i gösteriyordu. Hava pusluydu.
Hem nüfus sayımı, hem sokağa çıkma yasağı, hem kasvetli bir havanın olduğu, hem de hiçbir kanalda çizgi filmin olmadığı o pazar saatleri meğer güneş doğmadan önceki en karanlık anlarmış.
Akşamüstü olmuştu kapı çaldığında. Babam bizi oyuncak almaya götürüyordu. Ayy hadi bakalım dur keyfim yerine gelmişti. Gelmişti de evimizin karşısındaki hastanenin penceresinden annemi görmüştüm. Üstünde kırmızı kazağı vardı ve bize el sallıyordu, çünkü çocukları galiba hastaneye almıyorlardı. Merve'nin yaşı bunların bilincinde olacak kadar Alman değildi,Fransızlık ağır basıyordu o zaman.
Ne kadar vakit geçti hatırlamıyorum, annemle babam bir paketle geldiler, hastaneden MF'li ürün getirmişlerdi sanırım. Kırmızı bir tülbentle örtülüydü. Ben ve Merve Jascharz tülbendi kaldırdık, bir de ne görelim, gözlerinin yerine kara kara zeytinler yerleştirilmiş bir kız çocuğu! Gözleri gerçekten kocamandı ki  'aylaynır' kullanmamıştı. O zamanlar Harby yoktu ama bu bebek harbi kızdı, nüfus sayımını yanlışlamak ve sokağa çıkma yasağını protesto için bilinçli bir anarşist olarak gelmişti dünyaya. Benlen bacım hayatımızda hiç o kadar güzel bir bebek görmemiştik. O yaşa kadar zaten bebek görmemiştik.
Biz üç kişiydik artık; yanımdakiler ne Bedirhan ve Nazlıcan, ne de Athos ve Porthos'tu fakat bu ikililer gibi  bir isim benzeşmeleri vardı: Merve ve Meryem.
Derken aradan dokuz yıl geçti ve biz muhteşem üçlü olarak ilk kez bir erkek kardeş deneyimi yaşadık. Nur topu olarak değil bu sefer nurdan bir çığ olarak dünyaya gelmişti çünkü galiba 4kg 999gr doğmuştu. Bu kardeşimiz de güzellikte bir öncekiyle aynıydı, kronolojik olarak ikinciydi sadece(kendi bebekliğimizi bilmediğimiz için söylüyorum bunları tabi ki).
..........
Aradan noktalarla ifade etmeye çalıştığım gibi yıllar geçerken benim kafamı kurcalayan bir soru oldu: Merve Alman'dı ama biz neydik? Hemen 'Aslında hangi dünya milletine aitsin?' testi yapmalıydık. Merve'ye test yapmamıştık ama müsamahasız, düzenli ve disiplinli bir eczacıydı, yani Alman olduğu su götürmez bi' gerçekti. Nitekim test sonucunda Merve Alman çıktı(test doğruydu demek ki). Ben İspanyol çıktım -kendimi hep bir Endülüslü gibi hissederim zaten- ki kendi tanımı önceden koymuştum "bende kansızlık var" gibisinden.
Gelelim Meryem'e. Meryem'in tam 24. sene-i devriyesinin ilk günü çıkan test sonucu O'nun bir Arjantinli olduğunu gösteriyordu. Galiba o zamanlar Bandırma'da bir tango kursu sahibi paraya hiç acımamış ve Arjantin'den bir çift çağırmıştı ve o çiftin de o gün bebeği olmuştu ve bebekler hastanede değişmişti, çünkü Meryem aslında biraz 'değişik'ti (şaka şaka,gerçek gerçek değil).

Ve artık Meryem -ruhu Arjantinli kendi Vanlı- Bandırma'da doğan, Van'da ikamet eden bir ailesi olan, tahsili için gittiği İstanbul/Fatih'te kalan, Maslak'a gitmek için Vezneciler'den metroya binen fakat aslında ehliyeti olup yolların ustası gibi araba kullanabilen presentabl bir kişilik olmuştu.

Bundan sonra da yollarının hep güzel yerlere çıkacağı ve presentabl bir kul olarak geçireceği uzun bir ömrü olacak. Amin deyin ha.
Süm.