16 Ağustos 2016 Salı

malumun ilamı yahut ilanı



Ciğerparem Sabahattin;
Gözümün feri, kalbimin kilidi, hem anahtarı.

Evleneceğin haberini almak iyi oldu. Anlattığına göre nişanlın iyi ve güzel bir kız, seni mutlu edeceğine eminim. Mutlu olacaksın. Sen mutlu olacağın için ben de mutlu olacağım.

Zamanla anlıyorum ki hayatın işleyişi bu şekilde. Dünya birbirini sevip başkalarıyla evlenen insanlarla dolu. Az biraz vakit geçsin ben de taliplerimden biriyle evlilik düşüneceğim. Bana değer verecek, vicdan sahibi biriyle. Bana aşık olmasını bekleyemem, buna hakkım yok. Evliliğimi sevgi saygı çerçevesinde yürütebileceğim biri olsun kafi. Yola devam edebilmek için bu gerekli çünkü. "Oğlun kızın olsun, unutursun." diyorlar hem, öyle umuyorum.  Unutmak derken, hatırlamamak gibi değil. Çocukken bisikletten düştüğün için çenende izi kalmış bir yara düşün. Zaman sonra baktığında o yaranın acısını hissetmezsin, belki o izi kendine yakıştırırsın. Her gördüğünde düştüğün sokağın köşesi, o düşüş anı gelir aklına, kendi kendine gülümsersin. İşte öyle unutacağım seni. Acısı geçecek, anısı kalacak.

Bu ayrılığın sebebini bilmiyorum. Seni affetmeyi bekliyorum. Seni affettiğim gün kendimi senden azad etmiş olacağım biliyorum. Aslına bakarsan beklemiyorum da.  Elimde hiç yüzünün güldüğü bir resmin yok. Bir tane var, uzun süre bakınca sanki hafif bir tebessüm ediyorsun, ona da yüzün düşer diye soramıyorum. Ama bazen "Beni uzaktan sevmek aşkların en güzeli mi?" diye sorduğum oluyor, duyuyor musun? Olsun, beni sevdiğini bilmek bile bana yaşamak için yetiyor.

Seni hiç unutmayacağım değil, seni hep hatırlayacağım. Yağmur yağınca en çok. Sen bir yerlerde, ben bir şehirde, akşam olunca, hep.

Gözlerinden deliler gibi öpmüyorum. Sade gözlerinden öpüyorum, o da bu ayrılığın sebebi olsun.

Ayşe.





12 Nisan 2015 Pazar

Zeus aşkına, neler oluyor bize? ...(ii)



Bi kahve yap da içelim o güzel elinden Xanthippe kızım dedi. Sanırım teyze  bana  görücü gelmişti çünkü bu erkek annelerinin kurduğu anahtar cümleydi. Tabi ki teyzecim, hemen yapıp getiriyorum, nasıl olsun kahveniz? diye sorardı kız, teyze de orta şekerli evladım zahmet olmazsa derdi. Kız mutfakta kahveyi pişirirken oturma odasında kız hakkında annesinden fısır fısır malumat alınırdı. Anne kızımı çok isteyen var da kızım istemiyor der, teyze de kimsenin başaramadığını kendisinin başaracağına emin bir şekilde nasip bu işler, bakalım belli olmaz derken kahveler gelirdi. Gel gelelim kız bir sebepten hayır dediyse erkek annesi bunu kabullenemediğini çaktırmamaya çalışır sessizce o evden ayrılırdı. Komşularına gidip annesi çok kişi istiyor filan dedi ama bence yalan, var bir yamuk o kızda, kahvesi de zaten bulaşık suyu gibiydi tarzında bir pislik atardı. Ay pek bi' havalılar görsen burunlarından kıl aldırmıyorlar diye eklerdi. Teyze haklıydı, burnumuzdan kıl aldırmıyorduk çünkü o dönemde kimse burnunun kıllarını almıyor, kuaför nevinden birine de aldırmıyordu (afedersin sayın okur). Zaten O'nun paşa oğluna kız mı yoktu, zaten o kızlar da o paşa oğlu paşasına kurban olsunlardı. Falandı filandı..
Yalnız, benim hanemde ekstra bir (-) vardı: Kahve yapmayı bilmiyordum. Anneme kalsa çaktırmadan benimle mutfağa gelir, kahveyi yapıp elime tutuşturur al bunu götür ikram et diyecekti. Teyze eline sağlık kızım deyince annemin de koltukları kabaracaktı. Annemle göz göze geldiğim an  olayların bu şekilde cereyan edeceğini bildiğimden gözlerimi direkt teyzeye çevirdim ve ben kahve pişirmesini bilmiyorum dedim.
Zeus aşkına! Bir anda evin içinde kara bulutlar belirdi. Teyzenin kafasında şimşekler çakarken annemin yüreğine yıldırım düşüyordu. Teyze şoklardan şoklara koşarken annemin tansiyonu -sağlı sollu- iki kolunda birden yükselmiş, irili ufaklı panik ataklar geçiriyordu. İkisi de uzun bir süre kalakaldı. Onlar kalınca ben de öylece kaldım. Kaldım derken boş kalmadım tabi, düşündüm. Baksanıza, biri (satıcı) elindeki malı süslü paketlerle satmaya çalışırken öbürü (alıcı) hakikaten de paketine tav olmak istiyordu. Samimiyet ve doğruluk gibi özelliklerim kriter listesinde yer bile almıyordu. ilanlarında daha çok yemek, temizlik gibi  fiziki kabiliyetler aranıyordu. Fiziki demişken hamamda kız beğenme olayını şimdi burada hiç açmayayım. Kısacası, karakter hiçbir şeydi; imaj her şey.
Evet, hal böyleyken bombayı patlatmalıyım ki evimizde şoka giren o kadın şoktan çıkınca benim kaynanam oldu. Adı Cavidan. Siz bilmezsiniz ama bu kadın türklerin rum eline attığı en büyük kazıktır. Bu diyarlara gelin geldiğinden beri şehre kasvet çöktüğünden felaket-i yunan Cavidan nam salmıştı. Bundan ben de payımı almıştım, ne zaman gözleri gözlerime değse felaketim olurdu, ağlardım.
Bu kadına ve tüm yaptıklarına tabi ki Sokrat için katlanmayı göze almıştım.
Sayın okur, anla, o adam için  gerekirse afet koodinasyon merkezi, gerekirse kriz masası oluşturabilirdim.
O'nun için tabağımda pilavla çoban salatayı karıştırır, domatesin suyundan vıcık vıcık olmuş pirinç tanelerini afiyetle yiyebilirdim.
Dünyanın, aynı anda hem silindir hem küp hem de üçgen prizma olduğunu ispatlayabilirdim.
Seviyesiz pop dinleyebilir, opera izleyebilirdim.
20 ciltlik ansiklopedinin her cümlesini tek tek öğelerine ayırabilirdim.
Aylaynırı gözüme düzgün bir şekilde çekebilirdim.
Kahvenin rengine "kahverengi"nden daha orijinal bir renk adı bulabilirdim.
Sevdiği çiçeklere dayak zoruyla fotosentez yaptırabilirdim.
Kedilere yabancı dil öğretebilir, balıklara hafıza geliştirme teknikleri uygulayabilirdim.
Lacivert pantolonun altına siyah rugan kundura giyebilir, saati sağ koluma takabilirdim.
Ya, var ya, ben O'nun için emoji bile kullanabilirdim, sen ne diyorsun.
Çünkü çok tatlıydı be sayın okur. Patates kafalı, soğan burunlu bir adamdı. Karpuz göbekliydi ama O, o tümsekliğin kemer tokası olduğunu iddia ederdi hep. Gözleri zeytindi ama kısınca iki tane karabibere dönüşürdü. Bir şey düşünürken gözlerini hep kısardı o yüzden gözlerinde  karabiberden öte bir büyüklük görmezdi kimse. Zaten dünya malına da gözünü hiç açmadı.
Bu hayatta elli küsur yaşındaki en güzel adamdı.
Çünkü O'nu kalbimle gördüm.
Çünkü kalp, ruhu bile görebilirken göz nesneden öteye geçemez.

Neyse, şimdik bu kadar sosyal mesaj yeterli. Hayır sayın okur, soru almıyorum.


2 Ocak 2015 Cuma

Zeus aşkına, neler oluyor bize?...(i)


Ben Xanthippe.

Binlerce yıldır dünya, benim ne kadar fena bir kadın olduğum konusunda hemfikir olmuş kocam Sokrat'a acımakla dönüyor.
Sizde bir laf vardır: Ölünün arkasından konuşulmaz. İşte pratikte yapamadığınız bu ata düsturu beni ziyadesiyle müteessir etti ve hakkımda iyi düşünüp empati kurabilen bazı kişilere gerçek Beni anlatmaya başladım ve kurguyu tamamen ravinin inisiyatifine bıraktım. İş bu hayat hikayemden alacağınız ders fevkalade mühimdir.

Arkadaşlarım Hyacintha (sümbül), Charyophylla (karanfil), Chamomilla (papatya), Rhaea (gelincik)  ve Rosa (gül) iken benim adımın Xanthippe  olması, kaderimin onlardan farklı olacağına delaletti. İsmimin anlamının yellow horse olduğu yetmiyormuş gibi yüzyıllar sonra sözlüklerde name of Socrates' wife, jealous shrewish woman  -kara bir leke- olarak kayda geçecekti.

Mahalledeki kızlarla hemen hemen her gün bir araya gelip bazen dantel veya kanaviçe işler, bazen çay içer muhabbet ederdik. Bazen de sesli mitolojik hikayeler okur, tanrıların şiddetli geçimsizlikleri, aşkları, savaşları ve kıskançlıkları ile dalga geçerdik. Hikayelerden biri şöyleydi:

"Baş tanrı Zeus İo'dan hoşlanır. Ancak İo, tapınakta bir rahibedir ve Zeus'u reddeder. Zeus bunun üzerine İo'ya uykusunda musallat olur. Bir kral olan İo'nun babası İnakhos, bir kahine danışır ve kahin 'Ya kızın, ya da ülken' der. Bunun üzerine babası, İo'yu ülkesinden kovar. Zeus biçim değiştirerek, ülkesinden sürülmüş İo'ya yaklaşır. Zeus'un karısı Hera, bir şeylerden şüphelenerek Zeus'un yanına gelir. Bu durum üzerine Zeus, İo'yu gizlemek amacıyla bir öküze dönüştürür ve bu hayvanla hiçbir ilişkide bulunmadığına dair Hera'ya yemin eder. Aldanmayan Hera, öküzü hediye olarak eşinden talep eder. Zeus ne kadar fikrini değiştirmeye çalışsa da, en sonunda İo'yu eşine hediye eder. Hera, Zeus'tan uzak tutmak amaçlı, öküze dönüşmüş İo'yu sürekli rahatsız etmesi için at sinekleri yollar. İo da Marmara Boğazı'ndan -buraya bu yüzden 'öküz geçidi' manasına gelen Bosphorus denir- Karadeniz'e kaçar."

Hikayeyi ben okumuştum, diğerleri de yorum yapıyordu. Biri "Erkek milleti değil mi, tanrı değil baş tanrı da olsa aynı işte." diyor, diğeri de "Ama kadınlara kuruntulu, kıskanç demeyi biliyorlar!" ı ekliyordu.

Olaylar bir müddet böyle geçtikten sonra -o hepsi aynı olan- erkek milletinden bol paralı olanlarına kanca atma peşine düştüler. Kızlar bir şekilde dikkat çekmekte henüz zora düşmezken bile erkekler hemencecik oltaya gelip baba paralarıyla ve yazdıkları/yazdırdıkları mektuplarla kendilerini kabul ettirmeye çalışırlardı.
Artık mitolojik hikayeleri bırakıp bu mektupları okumaya başladık.
Chamomilla'ya gelen bir mektupta şöyle yazıyordu: "Bir kar tanesi kadar beyaz ol ama onun gibi soğuk olma güzelim."
Bunu yazan delikanlı denizin doğusundan -daha sonra Anatolia denecek topraklardan- buraya göç eden bir ailenin çocuğuydu, buralara kar yağmadığı için bize çok mistik bir şey geliyordu kar tanesi, o yüzden bu söz Papatyamızı en sarı yerinden vurmuştu.
Rosa'ya da, babasının dönümlerce zeytinliği olan biri "Sana gelmediğim gün zeytine gittiğim gündür gülüm." derken bir başkası "Ölüm,ölüm dediğin nedir ki gülüm, ben senin için yaşamayı göze almışım."  yazmıştı.
Byzantion'un kuruluşu daha yeni yeni söz konusu olmuşken bile "Kız dediğin Constantinopolis gibi olmalı, fethi zor, fatihi tek."  yazanlar oluyordu.
"Saçlarını taramışsın, sarı renge boyamışsın" sözüne karşılık "Aa manyak, ben gerçek sarışınım bi kere!" diye sinirlenmişti Rhaea.
Bir keresinde de "Henüz üç yaşında bir kardeşim var, seni ondan bile kıskanıyorum." cümlesini okuduğumuzda "Saplantılı mıdır nedir ya, gerizekalı!" yorumu yapılmıştı..

Bu tip şeyler benim de başıma geldi ama bende böyle laflara kanacak göz yoktu, onlar da  yazmaktan beziyorlardı bir zaman sonra. Bir keresinde birinin "Ciddi düşünüyorum." lafına "Evet ben de, kutup ayılarının yalnızlığı beni de derinden yaralıyor." cevabını verdiğimde yalnızlığını(!) yüzüne vurmamdan kırılmış olmalı ki bir daha böyle bir şey yapmadı. Sonra okuma yazmaya meraklı olduğumu bilen bir başkası da "Sen iste ben senin için kitap bile okurum." derken sanki adımı dağlara yazacakmış gibi konuşuyordu ama yazmaya kalkışsa da beceremeyeceğinden emindim, t ve h'nin yerini değiştirir, p'yi de tek yazardı kesin. Amaan, anyway.
---
Aylar böyle geçerken arkadaşlarım zamanla bu mektupları gönderenlerin -ne yazdıkları mühim değil- zengin olanlarıyla birer birer evlendiler. Her birinin evliliği beni bu müesseseden daha da çok soğuttu.
Düğün denilen olay zaten başlı başına kepazelikti. Gelen misafirler,
Ses düzeni kötüydü.
Yemekler lezzetsizdi.
Gelin de güler yüzlü filan ama fenaya benziyor, Zeus bilir nasıl tuzağa düşürmüştür gül gibi oğlanı.
Baya da altın takıldı.
Damat Atinalı mıymış? Oradan da adam çıkmaz ama neysse.
Bak, masamıza gelip karşılamadılar görüyo musun?
Bizim filan komşuya da davetiye vermeyi unutmuşlar biliyo musun?
gibi laflar her düğünün vazgeçilmezleriydi, gelin ve damatın bu mutlu günlerinde bu uyuzları görmekten mutluluk duyacakları filan da yoktu.

Artık arkadaşlar, buluşma yerlerine pahalı takıları ve şatafatlı kıyafetleriyle gelip kocalarının ne kadar çok para kazandığı konusunu gündemden düşürmez olmuşlardı.
"Ee, sen ne zaman evleneceksin?" sorularının altında yatan evde kalmış muamelesi yapmaları canıma hafiften dokunuyor olsa da onların hayatlarına en ufak bir özentim olmadı.
Yalnızlığın pençesine itmeleri beni daha da düşündürdü.
Evlilik, erkeklerin, kadınlarla bedenleri karşılığı o bedeni giydirecek paralar saçması şartlı bir antlaşma olmamalıydı.
Evliliği iki ortaklı bir şirket olarak gördükleri için mi "Ciddi bir müessesedir." diyorlardı?
Kocadan ne kadar sermaye gelirse kadın da ona o kadar şirket varisi dünyaya getiriyordu.
Ne kadar ekmeğin içindeki o kadar köfte domuz pisliğinin tezek formuydu.
Arz-talep, hiç de estetik olmayan bir eğriydi.
Parayı veren, nefesli çalgılardan ancak kulak tırmalayan bir düdük çalabiliyordu.
Etrafımda kimse düşünen bir hayvan değildi, yoklardı çünkü düşünmüyorlardı.
Benimse, düşünüyor olmamın varoluşsal sancısı dişimde apse yapmış kulağıma vuruyordu.
Başka türlü bir şeydi benim istediğim,
Ne ağaca benziyordu ne de buluta...

 

Devam edecek.

1 Aralık 2014 Pazartesi

gözüme yaş kaçtı



Saçındaki ilk beyazı gördüğü an, bana bile zor söylediği, tutunamayacak bir sözünü tutacaktı.
Çünkü galiba O'na göre ilk beyaz, yaşlılığın ilk belirtisiydi.
Çünkü galiba O'na göre bu belirtinin O'nda hiçbir zaman belirmeyeceğine inanıyordu.
Tam da bunları düşünürken, aynada, milyonlarca telin arasından ayna gibi parlayan gümüşi bir tel görmüş bulundu.
Yüzünde bir damla, tuz oranını anlayabileceği kadar yol ilerlemişti.
Çünkü galiba yaşlanmakla ıslanmak aynı şey olmasa da aynı anda gerçekleşiyordu.
Kendine, artık kendine bir söz vermeyeceğinin sözünü vermişti.
Çünkü galiba her geçişinde sükut-u hayale uğramadan edemiyordu.
Bu hayattan bir beklentisinin artık kalmadığını söylerken bile aklından geçenleri bir telaşla kağıda aktarıyordu.
Çünkü galiba insanoğlunun her nefesi bile bir sonrakinden bir şeyler bekliyordu.

27 Kasım 2014 Perşembe

aşıkların kanı temizdir


Bina yaşının 31 ve üzeri kategorisinde olduğu Mavi Palas apartmanının giriş katında oturuyorduk. Apartmanımız her daim rutubet kokardı ve havalar ısınınca da hamamböcekleri basardı.
Mayıs ayının sonuydu, hava sıcaklığı  mevsim normallerinin üstünde seyrediyordu. Geceydi, susamıştım,mutfağa gidip su içmek için kalktım. Koridorda apartman boşluğuna bakan penceremizin perdesi üzerinde siyah bir şey gördüm. Gözlerimi ovuşturup tekrar baktığımda ciğerleri olsa soluklarını duyabileceğim, antenlerinin yanağıma değebileceği yakınlıkta bir hamamböceği gördüm. Ayağımdaki terlikleri çıkardım. Bu böceği perde pilesinde iki terliğin arasına sıkıştırıp o içindeki sümüğümsü pis sıvıyı çıkartmalıydım. Eğilip terliklerimi aldım ve kalkarken göz göze geldik. Evet, gözleri vardı ve benim refleksif olarak büyüyen merceklerimle doğrudan kontakt halindeydi.
"Süm" dedi, tabi ben şok. Adımla seslendi, nasıl acayibime gitti, nasıl şaşırdım başta ama çabuk adapte oldum, fantastik olayları reel olanlarına tercih ederdim çünkü hep.
"Sen kimsin?" 
 "Gregor"
"Ama ben o kitabı okumadım, neden bana geldin?" diye sordum,
"Okuyanlar o sümüğümsü sıvımı çıkardılar artık, onlara gitmek istemiyorum" dedi.
Koridorda, herkesin uyuduğu vakit daha fazla konuşamayacağımızdan Greg'le odaya geçtik.
"Dilsizler bana danışır, kelebeklerin aklı benim, bir hamamböceğiyle ilk kez iletişime geçiyorum fakat" dedim.
"Ben de severim Ezginin Günlüğü'nü fakat şimdi bir mevzu var hacı."
"Buyur o vakit hafız."
Önce bir iç çekti, yani ciğerleri olsa kesin öyle yapacaktı. Biraz durdu ve "Gönlümü verdiğim bir kız var, O'nu arıyorum" dedi. Böceklerde kalp yoktu, yani dolaşım sistemleri öyle işlemiyordu ama sesimi çıkarmadım yine de.
"Apartman boşluğunda yankılanan müziklerin eşliğinde hep O'nu düşünüyorum. Adı Gigi, nerede yaşıyor bilmiyorum ama her yaz kolonisiyle buraya geliyor, geçen yaz ilaçlama yaptığınızda buradan kaçarken karşılaştık, ikimiz de annenin yaptığı üzümlü kek kokusuna gelmişiz meğer."
Biraz daha durakladı ve "öyle güzeldi ki" dedi "o an ilacın tamamını üstüme sıkıp beni cennete gönderdiler diye düşündüm. Ama O sonra kolonisiyle bilmediğim bir yere gitti. Antenlerim o günden beri sadece O'nu gösteren bir TV, sadece O'nun ses dalgasına ayarlı bir radyo için çalışıyor sanki."
Böcekcağıza üzüldüm, ne yapabileceğimi sordum.
"Bugün yarın gelecekler, gördüğün hamamböceklerine sorsan, Gigi'yi bulduğunda sana anlattıklarımı anlatsan, bir kutuda saklasan. Bu sezon onunla beraber kaçmayı planlıyorum."
"Sormasına sorayım da diğerleri de senin gibi insanlarla konuşabiliyor mu?" diye sordum.
"Siz insanlar" dedi "bir böceğin gözüne bir kez olsun şefkatle bakabilseydiniz o zaman saf duygulara sahip varlıklar olabilirdiniz."
Bir böcekti, Gregor olmasına rağmen Türkçe konuşuyordu, üstelik daha bir saatlik bir sohbetimiz bile olmamıştı ama lafı da yedirmişti yani, haklıydı. Artık onlar benim için özel varlıklardı ne de olsa, isimlerini yazarken bile büyük harflerle başlıyordum.

Gün aydı, Gregor gitti. Hiç uyumamıştım ve dahası yoğun bir gün beni bekliyordu.
Dışarı çıkmadım, evin her köşesine altın küpemin teki kaybolmuş titizliğiyle bakıyordum ama bir türlü göremedim. Birkaç gün geçti, anneme ne kadar uzun zamandır o güzel üzümlü kekini yapmadığını söyleyip keki hazırda bulundurdum ve geceyi bekledim. Ahali odalarına çekilince mutfağa girip bir dilim kekle bir bardak sütü hüplettim. İkinci dilimin de bir kısmını kopardım geri kalanını yere ufaladım. Bu plan mutlaka işlemeliydi. Beklemeye koyuldum, bugün olmasa da yarın yine aynı şeyi yapacaktım.
Fikrimin tuttuğunu "şak!, şak!" diye ardarda gelen iki terlik sesiyle irkildikten sonra farkettim. Beklerken uyuyakalmıştım ve annem su içmek için mutfağa gelmişti.
Çok geç kalmıştım.Bitmiştim.
Dikkatli yemeyip kırıkları döktüğüme kızsaydı o an hüngür hüngür ağlayacaktım ama olmadı.
 Artık yerde tertemiz kanları boş yere dökülmüş iki aşık yatıyordu. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu.Onları aldım ve odamdaki açelya saksısına gömdüm. Derdim, pişmanlığım içimde patladı. Günlerce ne ağladım, ne güldüm.
Sonra zaman geçti, evimizi de, böcekleri de, açelyamı da, Gregor ve Gigi'yi de kentsel dönüşümle bitirdiler. O günden sonra gördüğüm hangi böceğin yüzüne şefkatle baktıysam da hiçbiri benimle konuşmadı. Hoş gelmiştik, sefa bulamadık fakat.